Bilgisayar ve internet hikayem

Bilgisayar ve internet hikayem

Bana ilginç gelen ve her hatırladığımda iç çekip gülümsediğim en büyük hikayemi yazmak istedim birden bire. Tabii ki bilgisayar ve internetle tanışıp geçtiğim yolların hikâyesi.

Kategori:Anı

Yayımlanma:


Yıl 2000, söylemesi bile bir garip. İlkokul 4. sınıfa gidiyorum. Nasıl bir mutluyum anlatamam çünkü ders programımızda bilgisayar dersi var ve hoca birazdan içeri girip beni bilgisayarla tanıştıracak. Bütün sınıf heyecanla bekliyor. Defterleri klavye, kalemlikleri fare yapmış sıraların üzerinde dünyayla bağlantıya geçiyoruz. Neyse hoca geldi, bilgisayarı anlatmaya başladı. İlk ders hep sıkıcı olmuştur zaten. Dersin sonuna doğru sınıfa bir soru sordu: “Bilgisayarın birimlerini sayabilecek iki kişi var mı?” Tüm sınıf heyecandan çatlamak üzere ve ayakta parmak kaldırıyor, ben ve sıra arkadaşım ise bu basit soruya parmak kaldırmaya bile tenezzül etmiyoruz. Gıcıklık bu ya, hoca sınıfta parmak kaldırmayan iki kişiyi, yani sıra arkadaşım ve beni tahtaya kaldırıyor, “Siz bilmiyor musunuz?” diye. Aynı anda saymaya başlıyoruz ve tabii ki aynı sıralama ile saymıyoruz. Ben sayıyorum; ekran, kasa, klavye... Sıra arkadaşım aynı anda sayıyor; klavye, fare, ekran... Ben kendi sıralamamdaki son birimi, yani fareyi söyleyince hoca, “Onu demin saydın ya!” diyerek kızıyor ve “Dersi niye dinlemiyorsun?” diye bağırmaya devam ediyor. O günden sonra hocamdan hep nefret ettim. O dönem boyunca sadece teorik ders aldık.

Dönem bitti, sömestr tatili geçti. İkinci dönem bilgisayar atölyesine gireceğiz. Önceki ders bittiği gibi koşup kapısı kilitli olan atölyenin kapında sıraya girdik. Bütün teneffüs boyunca diğer arkadaşlarım gibi sıra bekledim, itişe kakışa. Nihayet hoca geldi ve atölyenin kapısını açtı. Herkes “Hurra” diye daldı ve bilgisayarlara ikişer ikişer oturmaya başladı. O kargaşada ben de bir bilgisayara oturdum. Benimle aynı bilgisayarı kullanacak olan sınıf arkadaşımın maddi durumu iyiydi, bu nedenle babasının iş yerinde bir kaç kez bilgisayar kullanmış, temel mantığını kavramıştı. Bense hayatımda ilk kez bir bilgisayara dokunuyordum. İlk derste o kullandı bilgisayarı. İkinci derse girdik, sıra bende idi. Hoca, Paint programını açtırmaya çalışıyor tüm sınıfa. “Ekranın sol alt köşesinde Başlat yazan yer var. Herkes fare ile onun üzerine gelsin ve farenin sol tuşuyla bir kere tıklasın.” Tıkladım, başlat menüsü “Haşırt” diye yukarıya doğru uzayıp açıldı. Hoca devam ediyor, “Programlar yazısına tıklayın.” Ona da tıkladım, ama ne olduysa ondan sonra oldu. Tam Donatılar’a doğru fareyi sürüklüyordum ki (e ilk kez fareye dokunuyorum, tam anlamıyla kontrolümde değil o garip cihaz) başka bir menünün üzerine geldim ve alt menü açıldı, sonra da bir alt menü daha. Ekrana birden bire birçok yazının dolmasına anlam verememişken yanımdaki arkadaşım “Ne yapıyon? Bozdun bilgisayarı! Hocaaam...” demesiyle şoka girdim ve kalakaldım. Üzerine hocadan da azar yeyince nerdeyse ağlayacaktım. Neyse bir süre sonra Paint’i açıp yuvarlak ve kareler çizerek kesişen yerlerini boyamayı öğrendim. Koca bir yılda sadece Paint’i açmayı ve Picasso tablolarını andıran soyut resimler yapmayı öğrenmiştik.

Aradan bir yıl daha geçti. Kuzenim çıkageldi. O yıl ilk defa ÖSS’ye girecek öğrencilerin sınav yerleri internette duyurulmuştu. Kuzenim abim ve beni, “Siz dersini alıyorsunuz, biraz daha iyi bilirsiniz” diyerek internet kafeye götürdü. Oturduk bir bilgisayara, internet kafe çalışanının yardımıyla sınav yerini öğrendik. Sonra kuzenim parayı verip gitti, “Siz süre bitene kadar oyun oynayın” diye. O zamanlar kafe programları pek yaygın değildi. Süre bitince ana masadan kafeci bağırıyordu, “17 numara, süren bittiii!” Eee bilgisayarda yapılabilecek tek bir şey vardı o zaman, oyun oynamak. Açtık GTA ViceCity’i, ben yön tuşlarında, abim farede. Önümüze geleni dövüp parasını alıyoruz. Aradan zaman geçince abimle ailemizden gizli gizli internet kafeye gider olduk. Elime üç kuruş geçince hemen kafeye gidiyordum. O bilgisayara 15 dk için sahip olmak muhteşem bir hazdı. Yine bir gün gittim kafeye “Abi 15 dk’lık açar mısın?” dedim, “Artık en az 30 dk’lık açılıyor” dedi. Şaşırdım, o kadar param da yoktu. Bilgisayarı açtım, o da nesi? Akınsoft ile tanışmam da böyle oldu. Yeterli param olmamasına rağmen yarım saatlik açma isteği gönderdim. Tabii 15 dk oturduktan sonra parayı masaya bırakıp kaçtım.

Bir süre sonra internetle tanıştım. Okulda internete girmek yasaktı, nedenini hâlâ anlamış değilim. Bu yasak nedeniyle hem ürker hem de deli gibi merak ederdik o uçsuz bucaksız mecrayı. Ancak hoca bazen internete girmemize izin verirdi. Hemen tıklardık Internet Explorer’a. Tıklardık ama girecek site yoktu. Yazardık adres satırına, www nokta akbank nokta kom. O zamanlar sadece televizyondan duyduğumuz banka sitelerinin adreslerini falan bilirdik. Girerdik bankanın sitesine, yüklenirdi dakikalar sonra. Bakardık öyle boş boş ve çıkardık. Bu kadar anlamsızdı başta internet. Sonra kanald.com.tr’deki flash oyunları keşfettik. Sonra bir kaç site daha. Günlük hayatta gördüğüm internet sitesi adreslerini bir kağıda yazar oldum. Kafeye gidince hepsine giriyor aylak aylak bakınıyordum. Bu sitelerden en çok aklımda kalan Athena ve Metallica’nın siteleriydi.

Bir gün abim “Okulda e-mail adresi aldım” diye geldi. Hemen ertesi gün bir internet kafeye gidip bana da aldık. Saati 1 TL’idi internetin. (O zamanın parası ile 1.000.000 TL) Ama çarşıda bir internet kafe saatini 50 kuruş yapmıştı. Eee tabii ki oraya gittik. Hatırlıyorum cumartesi günüydü. Sanki bütün Çorum o kafeye gelmişti. 80′e yakın bilgisayar olmasına rağmen üç buçuk saat sıra bekledik. O gün dahi Mynet’e kullanıcı adı beğendiremedim. En sonunda o aralar rock müziğe merak salmış olmamın etkisiyle [email protected] adresini aldım. Artık internet kafeye maillerimi kontrol etmek için gidiyordum. Sağ olsun Mynet sürekli reklam maili gönderiyordu da mutlu oluyordum. Ha bir de tabii ki günlük hayatta gördüğüm mail adreslerini önce kağıda yazıp internete girdiğimde, “Birgün lazım olur” diye adres defterime ekliyordum. (Ufak bir ekleme; o günden bugüne Mynet’in logosu hiç değişmedi ve Mynet domaini Mayıs 2001’de alınmış.)

Yine aradan bir süre geçti, yıl 2004, televizyonda bir reklam. Tercüman gazetesinin cumartesi günleri (yanlış hatırlamıyorsam) verdiği MyPC adlı bir dergiden bahsediyor ve şanslıyız ki cumartesi günündeyiz. Ağabeyimle bisiklete binerek gidip alıyoruz. Ancak 11. sayısı derginin. Neyse önemli değil, dolu dolu bilgisayar anlatan bir dergi. Defalarca okuyorum, görsellere saatlerce bakıyorum. Sonra diğer haftaki sayıyı alıyoruz. Bir kaç sayıyı daha aldıktan sonra sanki bize özel yapılmış gibi eski sayıları tekrar dağıtmaya başlıyor dergi. Bu derginin 20 civarında sayısını topluyorum. Sayıların birinde Mynet’ten mail adresi almayı gösterirken bir başka sayıda Mynet’in Mysite adlı servisi ile ücretsiz bir internet sitesi sahibi olmak anlatılıyor. Hemen gidiyoruz internet kafeye birer site açıyoruz. Hazır site araçları ile sitemi yapmaya başlıyorum, saçma sapan içerikler dolduruyorum. Bir kaç gün sonra okuldayken derste canım sıkılınca defteri açıp sitemi çiziyorum ve nereye ne koyacağımı yazıyorum. Teneffüste Serdar adlı sınıf arkadaşım (oldum olası gıcık olmuşumdur, hele yıllardır onu görmemiş olsam da lise yıllarımın sonuna doğru onun oturduğu apartman dolayısıyla kinim tavan yapmıştır) yanıma gelip küçümser bir şekilde sordu, “Sen ne yapıyon la?” Ben de açıkladım “İnternet sitemin tasarımını yapıyorum.” O ve bir kaç kişi daha alay ederek güldüler, ver adresini babamın işyerinden gireceğim dedi. Malesef sitemin adresini bilmiyorum :) Mynet o zamanlar, kullanıcıadı.sitemynet.com gibi saçma sapan bir adres verirdi. Sanırım bu yüzden biraz daha hırs yaptım. Baştan bir site yaptım. Bu sitede “her şey” olmayacaktı. Tek bir konu seçtim kendime: Judo. O zamanlar internette Judo ile ilgili pek bilgi mevcut değildi. Judo’nun tarihçesi, kurucusu, teknikleri ve felsefesi üzerine elime geçen metinleri siteme girdim. Yabancı sitelerden görseller buldum. Hatta o zamanlar Vikipedi, Judo maddesini hazırlarken benim sitemden yararlanmıştı, kaynak adres olarak siteme bağlantı vardı.

Sonra dergilerimin birinde internet sitem için farklı bir adres alarak bu adresi kendi siteme yönlendirebileceğimi öğrendim. yonlendir.com adresi idi bu servisi sağlayan. Eee tabii judom.sitemynet.com gibi bir adres yerine judo.net.tr.tc adresi daha havalı duruyordu. :) Bu adresle yayına devam ediyordum. Bir gün Çorum’daki MoonLight adlı internet kafede otururken kafenin çalışanı Fuat, sitemi fark etti ve adresi nasıl bu şekilde yaptığımı sordu. Anlattım, o da bana siteyi hazır şablonlarla değil de HTML kodları ile yapabileceğimi gösterdi. Burası benim hayatımda bir dönüm noktası oldu. Artık her şeyi bırakmış bu kodlarla uğraşıyordum. Hiçbir bilgim yoktu ancak kodları değiştirdiğimde sitede nasıl değişiklikler olduğuna bakarak öğreniyordum. Başka bir internet kafede çalışan biri FrontPage programı ile bu kodları kullanabileceğimi söyledi. Böylece web hayatımda yeni bir dönem başladı.

henüz yazıyı yarıladım :) zamanım oldukça dökülmeye devam edeceğim..