Küçüklüğüme dair pek düşünmüyorum. Kim olduğum, ne yaptığımla ilgili hiçbir fikrimin olmadığı yıllardı sanırım. Amaçsızlıkla geçen yıllar… Daha sonra bir şeylerden kaçmaya başladım. En başta zorunlu seçeneklerden. Yaşadığım hayattan memnun değildim. Onu değiştirebilecek kadar da güçlü değildim. Lisedeyken ergen bunalımı dönemini geçirdim. Bu dönemden çıktığımda sorunlu olanın ben değil toplum olduğuna emindim. O hayattan bir üst seviyeye tırmanabilmek için daha önce hiç umurumda olmayan üniversite sınavlarına hazırlandım. Şehrimi değiştirdim. Tanıdığım tüm insanları geride bıraktım. Kendimi de değiştirdim. Adımı, amaçlarımı, uğraşlarımı… Ama bu da yetmedi. Anlamıştım ki hayat benim için ileri ve geri kavramlarından oluşuyordu. Daha ileri gitmeliydim. Bu insanları da arkamda bırakıp daha da ileri. Daha sağlıklı iletişim kurabileceğim, bana düşman gibi değil can kulağıyla yaklaşıp beni anlamaya çalışacak insanların yanına doğru…
Geçmişten net hatırladığım şeylerden biri TV de kısık sesle on dakikasını ancak izleyebildiğim bir film. Yıllar sonra öğrenebilmiştim filmin adını: In Time. Filmde bir teknoloji ile insan ömrü uzatılmış, ancak pek tabii bu teknoloji yine zenginlerin işine yaramıştı. İnsanlar kahvelerini almak için hayatlarından iki dakikasını veriyordu. Faturalarını ödemek, yemeklerini satın almak için… Kısacası değişim aracı olmuştu. Bu kısacık birkaç sahnede aslında hayatın gerçekte de böyle olduğu düşüncesi aklımda oluşmuştu. O düşünceyi hala atabilmiş değilim. Tam tersine hayatıma yön veren, beni ben yapan dokunabildiğim düşüncelerimden biridir. Şu anda tam olarak zamanımı harcıyorum bir şeyler satın almak için. Ama bu durumdan hiç memnun değilim. Örneğin zaman kazanmak için taksiye binmek yerine, taksiye ödeme yapabilmek için çalıştığım iki saatlik kayıp zamana kıyasla yarım saat yürümek daha kazançlı geliyor. Bu da lüks bir hayat karşılığında günde on saat çalışmaktansa ihtiyaçlarımı minimuma çekip çalışmamak, hayatımı yaşamak anlamında daha güzel bir düşünce haline geliyor. Harcanan zamanım verdiğim emekten, kafamı patlatmamdan, canımı sıkıp stres olmamdan ya da ayaklarım, kollarım tutmayana kadar yorulmaktan daha önemli.
Tek sorun dengeyi tutturmak. Bu tercihimden dolayı etrafımdaki insanları kaybediyorum. Hayır elbette doğrudan değil. Ancak onlarla zaman geçirme şekillerimi tatmin edici bulmuyorlar. Beraber zaman geçirmek için bu zamanı geçirirken tüketilin şeylerin pahasını karşılamak için de ayrı bir çalışma zamanı daha geçirmem gerekiyor.
Ah, bir de çalışmanın kutsal olduğunu söyleyen topluma göre ileride ama olması gerekenin çok gerisinde olan aydınlar var ya… Başlı başına küfür sebebi kendileri. Hayır tabii ki aylaklık etmek daha çok işime geldiği için ya da bir şeyler başaramayacağımı düşündüğüm için çalışmamaya çalışmıyorum. Aksine üretmek için zaman yaratmak istiyorum.
Tüm bu sorunları çözmek için de sürekli kafa patlatıyorum. Yemek yerken, dersteyken, yolculuk yaparken, tuvalette ya da duştayken, para kazanmak için çalışırken, kendi gönül verdiğim fikirlerimi geliştirirken, yatağa girdiğimde, hatta uyurken bile bir çıkış yolu arıyorum. Çıkış yolu için ancak yalnız olduğum seçenekleri değerlendiriyorum. Bu ne kadar zor tahmin edemezsiniz. Çünkü kimseye güvenmiyorum. Sadece arkadan vurabilecekleri için değil. İş yapış şekillerine, konuya yaklaşım ciddiyetlerine güvenmiyorum. Son zamanlarda bu çıkış kapımı yazılım yeteneğime doğru kaydırdım. Çünkü değişmez kuralları koyabilir, insanlar için yollar oluşturabilir, herhangi bir insandan daha stabil, ciddi ve hızlı çalışan fonksiyonlar üretebilirim. Hatta bir kere çıkış kapımı yaratabilirsem menteşeleri yağlamak gibi kendi rutin işlerimi de ona devredip, emekli olabilirim. Böylece hem kendime hem de çevremdekilere dilediğim kadar zaman ayırabilir, üstelik finansal sorunlarla da boğuşmadan kafam rahat yaşayabilirim. Ancak tam tersine bu çıkış yolunu ararken kendimi duvarlar arasında kaybedebilir, yavaş yavaş öldürebilirim de. Yok, hayır. Hiç pozitif biri değilimdir. Bu seçeneği elbette iliklerime kadar sürekli hissediyorum. Bir arkadaşım “Gel biraz takılalım” dediğinde ona, “İşim var, daha sonra” demek her defasında damarlarımdaki kana bir doz daha ekliyor kaybolma bunalımından.
İnsanların doğası gereği iki başat dürtü ile, hayatta kalma ve neslini devam ettirme dürtüsü ile dünyaya geldiği söylenir. Ben de ise hayatta kalma ve üretme dürtüsü var sanırım. Bir şeyler üretmediğim tüm zamanlar bana kayıp olarak geliyor. Evet, yine şu meşhur zaman takıntım.
İşte son birkaç yılımın özeti bu iki kavramda; zaman ve dijital mantık. Sanırım bu nedenle sürekli zaman yolculuğu ve yapay zekâ dizileri, filmleri izliyorum. Ha bu arada, bilim kurgulardaki gibi bir gün makinalar ile insanlar savaşa tutuşursa muhtemelen makinaların yanında yer alacağımı düşünüyorum hep. İnsanların yapay zekadan ve teknolojiden neden korktuğunu anlamıyorum. Onu kullanan insanlardan korkmalıyız. “Gelecekte robotlar mesleğimizi elimizden alacak mı?” İnsanlardaki şu saçma kaygıya bakar mısın? Daha ne istiyorsun? Her gün güneş doğmadan ruhumuza tecavüz eden bir alarmın sesi ile kalkıp, itişe kakışa bindiğin metroda senin gibi mutsuz insanlarla seyahat ettiğin için daha da boktan bir güne -ki o gün ölü doğmuş bile- başlayıp hayatının en güzel yıllarını kelimenin tam anlamıyla boşa harcamayacaksın. Şarkı söyleyeceksin, içeceksin, gezeceksin, oyun oynayacaksın, hobi edineceksin, yeni insanlarla tanışacaksın, kimseyi kandırmaya çalışmayacaksın ya da kimse seni kandırmaya çalışmayacak.
Geldik düğümün son ilmeğine. Hep düşünüp bir türlü alternatif bir yanıt bulamadığım bir soru; yalan söylemekten daha kötü ne yaşanmış olabilir ki? Ney yalan söylemenin ya da bilinmesi gereken bir şeyleri gizlemenin yanında daha ağır kalır ki bunu hafifletmek için yalan söylenir? Bu sorunun yanıtı yok. Mantığı yok bende. Her şeyin özünün kaos olduğunu düşünüyorum. Çok fazla yükselip tepeden baktığımda bu koca kaosu çok net görebiliyorum. Sadece gözlerimiz o küçük dünyamıza bakmaya o kadar alışmışlar ki, hem yükseklik korkusu paçalarımızdan akıyor hem de gözlerimiz kamaşıyor. Göremiyoruz. Görmek de istemiyoruz.
Hayatım boyunca yalnızdım. Öyle de olacağım. Değer verdiğim insanlar gelecek, gidecek. Mesele o değil, mesele önce benimle kafa patlatacak ya da en azından ilham olacak birilerini bulmakta.